1 MAYIS İŞÇİ BAYRAMI KUTLU OLSUN
Tarih: 1.05.2017| Okunma Sayısı: 2013

1 MAYIS

            İnsanlık tarihinin, tarih boyunca oluşturduğu ortak tarihi değerler vardır. 1 Mayıs’ta tüm insanlığın ortak tarihi değerlerinden biridir.1 Mayıs İşçi Bayramı, bir diğer adıyla "Emek ve Dayanışma Günü". Tarihsel olarak resmiyet kazandırmak istersek bu güne, 19. yüzyılın ortasına kadar gitmemiz gerekecektir. Çünkü bu yıllar emek sömürüsüne verilen tepkilerin organize olduğu yıllardır diyebiliriz. Daha sosyolojik bir açıklama yapmaya çalışırsak emek sömürüsü ve ona verilen tepkinin tarihini insanlığın tarihiyle eş tutmamız gerekmektedir.

Günün anlam ve önemini belki en iyi ifade eden kavram emektir. Nedir emek? Ve neden bu kadar politik bir anlam taşır? Hangi tarihsel dönemin ürünüdür? Bunun toplumsal değişimdeki rolü nedir? Ya da kavramın itirazi dayanakları nelerdir? Gibisinden  bir çok soru üstünden bu önemli günün tarihsel ve toplumsal alt yapısının kapısını aralayabiliriz.

Mülkiyet ve emek arasında kurulan ilişkinin tarihi bize yukarıda sorduğumuz soruların cevabı niteliğinde olabilecek bir açıklama sunabilir. Mülkiyetin kime ait olduğu ve bunun emekle olan ilişkisi üzerine inşa edilmiş bir çalışma belki yazımızın sınırlarını aşıyor olsa da şunu söylemek mümkündür: Son dört asırdır dünya çapında yaşadığımız önemli toplumsal değişimlerin temelinde bu ilişkinin kendisini görebiliriz.

Ortaçağ geleneksel devlet anlayışında mülkiyet kral üstünden anlam kazanmaktaydı. Çünkü geleneksel egemenlik anlayışına göre toprak Tanrının krala bir armağanıydı. Kral da bu armağanı kendi bedeni gibi gördüğü için onu korumakla mükellefti. Bu anlayış üzerine kurulu bir toplumsal yapı, din ve onun kurumsal temsilcisi olan kilise tarafından hiçbir itiraza yer vermeyecek şekilde yüksek bir meşrulukla donanmıştı diyebiliriz. Kral, feodal aristokratlar ve kilise çemberinde kurulan bu düzende toprak kâr üstünden değil de rant üstünden bu üç kurumsal yapının eline verilmişti. Ortaçağ geleneksel yapının bu üç sacayağı çalışmayı aşağılayıcı bir etkinlik olarak gördükleri için emeğin kendisini de değersiz görmüşlerdi. Çünkü çalışma soylulukla ilişkilendirilmesi mümkün olmayan bir alt tabaka  etkinliği olarak takdim edilmişti. Bu anlayış, bahsedilen dönemin kabulleriyle gayet uyumlu görünmektedir. Çünkü emek kavramına verilecek her hangi bir taviz kendi statülerinin kaybına neden olabilirdi.

Sosyolojik olarak ifade edilmesi doğru kabul edilen kanılardan biri, toplumsal yapı ile o toplumun egemen söylemi veya ideolojisi birbirine uygunsa hem toplumsal yapının hem de onunla ilişkili kabullerin birlikte uzun süreceğidir. Dolayısıyla yukarı da mülkiyet bağlamında ifade ettiklerimiz ile dönemin kabulleri arasında seçici bir yakınlık bulunmaktadır. Örneğin, feodal yapı ile Katolik Hristiyanlık arasındaki örtüşme bunun bir göstergesidir. Hristiyanlıkta Tanrı ile senyör algısındaki benzerlik bunun tipik bir ifadesidir. Hristiyanlık, feodal yapının sürekliliğini garanti altına almaktaydı. Bu ikisi arasındaki sıkı uyum ve birlik, radikal yönde bir değişimi de zorlamaktaydı. Orta Çağ’da homojen bir bütünlük bu yapının değişimini önlemekteydi. Çatışmaların yokluğu ve çelişkilerin azlığı toplumsal değişimi ve dönüşümü yavaşlatmaktaydı. Feodal yapının Katolik dinindeki argümanlarla örtüşmesi söz konusu iken toplumsal yapının kapitalizm lehine değişmesi mümkün değildi.

Toplumsal yapının kapitalizm lehine değişebilmesi ve bunla yakın bağlantılı olan emek kavramı ile ilişkilendirilmesi için üretim biçim ve ilişkilerinde bir toplumsal değişim ve dönüşümün gerçekleşmesi gerekmekteydi. İşte bu değişimin ana öncülleri tüccarlar oldu. Diğer adıyla yeni kent soyluları yani burjuvaziydi. Bu sınıf kralların, soyluların ve kilisenin hiç emek vermeden toprak rantı üstünden şatafat içinde yaşamalarına çok fazla tahammül edemiyordu. Bu itiraz ilk başlarda çok fazla görünür olmasa da zamanla felsefi bir düşünce olarak Avrupa kıtasında yer etmeye başlamıştı. Örneğin John Locke bu itirazların en önemli seslerinden biri oldu. Locke Tanrının tüm dünyayı krallara değil de tüm insanlığa verdiği düşüncesindeydi. Locke, insanın Tanrı tarafından bahşedilmiş ortak armağanın nasıl bir insanın mülkiyeti haline getirileceğinin yol haritasını çiziyordu. Ona göre bir şeye sahip olmak demek bir şeye emek vermek demekti. Toprak ancak emek verenin mülkü olabilirdi. Locke daha ileri giderek sömürgecilerin yerlilere ait toprakların gaspını da bu yolla meşru kılıyordu. Yerlilerin işletilmeden atıl bıraktığı topraklar onlara ait olamazdı. Dolayısıyla toprak sahipsiz bırakıldığı gerekçesiyle sömürgecinin inisiyatifine bırakılmış oluyordu.

John Locke yavaş yavaş serpilmeye başlayan kapitalist ekonominin yol taşlarını döşemekteydi. O, yanında çalıştığı toprak sahiplerinin taleplerini meşrulaştırmaya çalışmaktaydı. Toprak sahipleri köylülerin mera olarak kullandığı arazileri Locke‘un yukarıdaki düşüncelerini gerekçe göstererek çitlemeye başladılar. Birçok köylü bu sebepten kentlere göç etmeye başladı diyebiliriz. Kentlere göç edenlerin ise hayatta kalmak için emekleri dışında satabilecekleri hiçbir şeyleri yoktu. Onlar kendilerini yeni yeni kurulmakta olan fabrikaların ağır şartlarına bırakmak zorunda kaldılar. Kapitalizmin en temel yuvası olan bu fabrikaların kazanmak dışında hiçbir değer yargısı yoktu. Bunu da başarmak için elinden gelen her şeyi yapmaktaydı. Çocuklar da dâhil olmak üzere işine yarar tüm toplumsal kesimleri en ağır şartlarda çalıştırmaktan hiçbir çekince duymuyordu.

Bu yeni üretim sisteminde “meta” dediğimiz temel unsur insan emeğinin nesneleşmiş hali olarak teberrüz ediyordu. Meta burada değişim amacıyla üretilen bir şey olarak ortaya çıkar. Kullanım amacıyla üretilen nesneleler meta olarak değerlendirilemez. Bir nesnenin meta niteliği kazanması için değişim değerine tabi tutulması gerekir.  Yani bir malın başka bir mal üzerinden değişime konu olması için o mallarda “değer” denilen ortak bir unsurun olması gerekir. Değer ise bir malın bir ihtiyacı karşılamasından doğar. Kapitalizm öncesinde bir malın değerini belirleyen asıl unsur onun “kullanım değeri”ydi. Kapitalist ekonomi modelinde ise, bir malın üretimi “değişim değeri” yaratmak üzere gerçekleşir. Değişim değerini esas alan üretim ise meta üretimdir. Mal-para-mal döngüsünde bir mal satılırken gözetilen husus yeni bir kullanım değerine sahip bir malı elde etmekti. Kapitalizmle beraber ağır basmaya başlayan para-mal-para döngüsünde ise gözetilen husus değişim değerini elde etmektir. Bu faaliyetin sonunda elde edilen ise sermaye olmaktadır. Mal-para-mal döngüsünde asıl amaç ihtiyaçların karşılanmasıdır. Bu ihtiyaçlarda karşılandığında yani istenilen amaca ulaşıldığında süreç tamamlanmış olmaktaydı. Para-mal-para döngüsü ise tamamlanabilir bir süreç değildir. Bu döngünün doyumsuzlukla sürekli canlandırılması belirsizliğin nedenidir. Para-Mal-Para döngüsü paranın başladığı uçtan başlar ve yine paranın olduğu bir uçta sona erer. Bu sebepten ötürü bu döngüyü harekete geçiren itki mübadele değeridir.

İşte bu döngünün devamlılığı çalışanların emek sömürüsüyle işlerlik kazandı diyebiliriz. Emek sömürüsü maalesef başka biçimler altında daha güçlü ve etkili bir biçimde devam etmektedir. Müdahale edilmeyen bir pazar anlayışının dışlayıcı mekanizmalarına sahip bu üretim biçimi ekolojik yıkımların ve giderek artan servet eşitsizliklerin müsebbibidir. Ayrıca küresel sermaye lehine ucuz işgücünün, sosyal yaşam ve çevreyle ilgili maliyet düşürücü düzenlemelerin ve yaşam standartları noktasında sıfır toplamlı bir oyunun da sorumlusudur.

Bugün küresel çapta büyük bir hızla hayatımızın her yerine sirayet etmiş kapitalist üretim tarzı ve değer yargılarının yarattığı kriz bizleri daha geniş çaplı hareket etmeye davet etmektedir. Dolayısıyla dünya genelinde bütün insanlığı içine alabilecek yeni bir programa ihtiyacımız var görünmektedir. Çünkü bu gün üzerinden sadece emekçilere değil aynı zamanda demokrasiye, insan haklarına ve büyük bir yıkımın eşiğine gelmiş çevrenin de taleplerine kulak vermek zorundayız. Dayanışmayı sadece işçilerle sınırlı tutmamamız gerekir. Bu dayanışmaya, kapitalist müdahaleye maruz kalmış bütün toplumsal kesimleri katmakla başlayabiliriz. Belki küresel çapta ses getirmek böyle daha mümkün görülebilir diyebiliriz. Bu konuda Brecher, Castello ve Smith’in insan merkezli programları ve onların taslağı ufuk açıcı olabilir. Bunlar: Emek, çevre, toplum ve insan haklarını iyileştirmek, yerel düzeyden küresel düzeye kadar bütün kurumsal yapıları demokratikleştirmek, alınan kararların etkilenenler lehine alınmasını sağlamak, küresel zenginliği eşit bir düzeye getirmeye çalışmak, küresel kalkınmayı çevrenin hilafına yapmamak, küresel çapta insanlığın genel refahı için çabalamak, küresel ekonomik krizlere karşı korumayı içeren küresel bir programı hayata geçirmektir.

Sömürünün her türlüsünün giderek arttığı günümüz dünyasında, ahlaki değerler dibe vurmakta ve emekçi sınıfın emeği daha fazla sömürülmektedir. Sermaye sınıfı bilinçli bir şekilde, tüketimi arttırmakta, toplum artan bu tüketim ihtiyaçları nedeniyle, daha fazla emek harcamak zorunda kalmaktadır. Bu da beraberinde dünyadaki kaynakların bilinçsiz ve pervasız bir şekilde tüketilmesine neden olmakta ve emekçi sınıfın daha fazla sömürülmesine yol açmaktadır.

Sermaye sınıfı daha fazla kaynak bulma çabası içerisine girmişken, emekçi sınıf ise artan tüketim kaynaklarına yetişmeye çalışması nedeniyle, dünyada dengeler alt üst olmakta, bu nedenle her geçen gün dünya genelinde savaşlar artmakta, insanlar yerlerinden yurtlarından edilmekte ve dünyanın gerek sosyal dengesi ve gerekse ekolojik dengesi bozulmaktadır. Dünyada emekçi sınıfı bilinçlenmedikçe ve sosyal adalet sağlanmadıkça, küçülen günümüz dünyasında kimse huzura kavuşuruz diye umut etmesin.

Sermayenin insana ve insanlığa dair bütün değerleri görmezden gelerek yayılımı eşitsizliğin, yoksunluğun, yoksulluğun, savaşların, işsizliğin ve çevre tahribinin kötücül dünyasını yanı başımıza taşımakta ve taşımaya da devam etmekte. İnsanın olduğu her yerde umut vardır şiarıyla hareket eden bizler için gittikçe bir kıyamet senaryosuna dönüşen dünyamıza ilişkin neler yapabiliriz? Bu düzenin kurbanları olmaya devam mı edeceğiz yoksa bu dünyanın eşitlik, adalet ve kardeşlik ölçüsünde yeniden bir öznesi mi olacağız? Bu soruya verebileceğimiz olumlu bir cevap dünyayı daha yaşanılabilir kılmaya açık bir tutum olarak önümüzde durmaktadır.

Olağan üstü bir halde, olağan üstü bir, 1 Mayısı kutlarken, tüm dünyada hayatlarını kaybeden emekçileri bir kez daha saygıyla anıyoruz.  

 
  
BİNGÖL BAROSU BAŞKANI
AV.ABDULLAH ALAKUŞ 

 

                                                                                     

16.04.2024
AV. YUSUF KETENALP
BARO BAŞKANI

BARO LEVHASI


© Web sitesi hizmeti Türkiye Barolar Birliği tarafından verilmektedir.